Dört
Kitabın dördüncü bölümüne denk gelen yer yani. Sayfa71. Şöyle yazmışım sayfanın yazardan bana kalan üst boşluğuna:
"Rüyamda D. sayfiye bir yerde, benim uzun ,güderi yakası ve içi kürklü paltomla dolaşıyordu. Üstüne büyük gelse de; yaz olsa da..."
Rüyalarımı okuduğum kitaplara kaç kez not etmişimdir bilmiyorum. Nadir olsa gerek. Bir hayli sembolik bir rüya. Sayfiye yeri her ne kadar güzel bir şeye işaret etse de, tekinsizlik ilk başta D.'nin varlığı, ondan sonra da onun üstünde bana ait olan güderi ve kürklü palto ile başlayıp, yazın ortasında benim paltomla sayfiye yerde dolaşıyor olmasıyla zirveye çıkıyor. Neden benim paltomu giyiyorsun, D.? Seninle kurduğumuz bu uyumsuz ortaklığın sebebi ne? Bana ait olan bir şeyi kendine yakıştırıyor musun acaba? Yoksa sadece bana ait olduğu için mi kıymetli o palto senin için? Peki ya yaz? Sıcak? Olmazların içinde oldurmaya çalıştığın varlığının mücadelesini mi anlatıyorsun bana? Peki ya ben seni neden uzaktan izliyorum da paltomu geri almıyorum? Belki de ben verdim sana o paltoyu. O yüzden istemeye utanıyorum. Üzerinde sakil duran gösterişli paltomla güneşin altında bir kaçık gibi gezmenden gizli bir haz mı duyuyorum yoksa?
Rüya bu işte. Uyandıktan sonra sorduğun soruları cevaplayacak bir platformu yok. Aklına çengellerle asılı sorular bırakmaktan başka bir işlevi de yok bazen...
Aynı bölümde ilerliyorum.
Yağmurlu bir sabah, arabada mırıl mırıl çalan bir caz koleksiyonu. Camdan dışarıyı izliyorum. Sağ taraftaki otobüsün içinde nizamsızca sıkışmış insanları otobüsün buharlanmış camlarının ardından seçmeye çalışıyorum. Mütemadiyen mutsuz, umutsuz ve uykusunu almamış insanların dört tekerleğin üstünde varış noktalarına gitmelerinin serüvensiz bir yolculuk olduğuna kanaat getiriyorum. T.'ye bakıyorum. Yanağına dokunuyorum. Sakallarını kesmemiş.
"Beynin bir ülke olsa hangi ülke olurdu?" diye soruyorum.
Yazarın kendine sorduğu soruyu ona soruyorum. Cevap vermesine fırsat vermeden kendi fikrimi söylüyorum.
"Nordik bir ülke olmalı"
"Neden?" diye soruyor.
"Çünkü analitiksin, çünkü dürüstsün, çünkü düzenlisin, çünkü adilsin ve kaosa yer yok içinde..."diye hızlıca sıralıyorum. Sonra şehir seçiyorum.
"Oslo'sun sen. Yani Norveç'sin." Peki ya benim beynim nereli? diye soruyorum.
Bu tarz hızlı çıkarımlar gerektiren sorulara hemen cevap vermez. "Düşünmem gerek" diyor. Birkaç şarkı daha geçiyor sanırım. Arabada kontrbas, trompet, piyano ve saksafon sesleri birbirine yavaşça karışıp yağmurla birleşiyor.
"Lübnan'sın" diyor. Sessizliği delip geçiyor sesi.
Lübnan. Tam olarak doğu değil ama asla batı da değil. Cömert, coşkulu, kökleri sağlam ama bir o kadar da kompleks, katı ve gururlu. Aynada kendime bakıyorum. Omzumdan aşağı dökülen kalın saçlarımın, iri gözlerimin ve ince dudaklarımın Lübnan yansımasını hissetmeye çalışıyorum. Gözlerime sürme çekmeye karar veriyorum. Lübnanlı bir kadının gözleri sürmeli, ruhu cehennem yeri olmalıymış gibi hissediyorum. Orta doğunun ateşi mi kalbimi bazen yangın yerine çeviriyor yoksa? Bilmiyorum. İçimdeki tutkuların zahter, kimyon ve muskat aromalarına tutunuyorum. Kimsenin bilmediği sözcüklerimi içimden geçirip gülümsüyorum; gülümsemeyi gülmekten daha çok seviyorum çünkü.