Ağustos'ta yeniay, evinin arkasından doğarken eğer tanrılar sana gülümserlerse, eşinin badem ağacının altında, bir başkasının düşlerini görebilirsin.
Eski bir Çin Şarkısı
Rüyamda kocaman bir zeytin ağacının karşısında oturuyordum. Belki bin belki bin küsur yaşında. Hiç gitmediğim ama içinde hep var olmuşum gibi hissettiğim küçük ve çiçekli bir bahçedeydim. Zeytin ağacının kuruyan gövdesinde dev bir hortlak suratı ve kuşların girip çıktığı onlarca oyulmuş göz vardı. Kurumuş ama hala dal geliştiren bu görkemli ve ürkünç zeytin ağacının karşısında küçük bir çocuk gibi merakla otururken avucumda ağacın iğnemsi yapraklarından birini sıktığımı fark ettim. Elimi kanatacak kadar sıkmıştım ama elim kanamıyordu. Ağaç bana fısıldıyordu. Esen tatlı rüzgar saç tellerimin arasında kuyruğunu yakalamaya çalışan bir kedi gibi dönüyor, rakı bardağımın boş kalan yerine doluyor, rakının kokusunu burnuma zahmetsizce taşıyor ama yaşadığım büyülü andan beni uyandıracak etkiyi yaratamıyordu. Ağacın fısıltılarını can kulağıyla dinlemekten öte bir gayretim yoktu. Anlamaya çalışmak yerine, sadece yaşamak istiyordum bu büyülü anı. Gözlerimi kapatıp, ruhumu ağacın fısıltılarına bırakıyordum. Belki de, gerçeklikle büyünün iç içe geçtiği bu an, benim için yeni bir başlangıçtı. Ne oradaydım, ne de oradan gitmiştim.
Elinde aynı rakı bardağı ile aynı aynı ağaca bakan bir başka eski ruhun zihnini mi döküyordu kulaklarıma bu fısıltılar? Hani toprağın üstünde bağdaş kurup oturmuştum? Şimdi bu ahşap masanın yanına nasıl geçmiştim? Hemen ahşabı tıkladım, içindeki tahta perilerini uyandırdım. Birisi uyanık olmalıydı bu düşte. Birisi zamanın kaydını dikkatle tutmalı ve unutmamalıydı. Tahtanın içinden çıkan peri ile göz göze geldik. "Bunca yıl kimse beni uyandırmamıştı, nasıl oldu da aklınıza geldim?" diye sordu. İlk sorusunu bu hayretle sorması beni heyecanlandırmıştı. Gözleri, derin bir bilgelik ve merhametle parlıyordu. Saçları, ahşabın dokusundan esinlenmiş gibi incecik tellerle doluydu. Kanatları, hafifçe açılmış, masumiyet ve büyü dolu bir es bırakıyordu ben ve zeytin ağacının arasına.
Peri, zarif bir şekilde ahşap masanın kenarına kondu ve bana nazik bir gülümsemeyle baktı. Sessizce, düşlerimin içinde yol göstermek ve zamanın kaydını dikkatle tutmak için buradaydı. Gözleri, derinliklerde saklı olan sırları ve hatıraları arıyordu, her anımı özenle kaydediyor ve unutulmaması için bekliyordu.
Sol omuzuma dokunan eski ruhun varlığını hissettim, elleriyle boynumdan yavaşça kavrayarak ağacın tepesine kafamı çevirdi. Bilinçaltımda tozlarını almayı unuttuğum düşlerin gerçekliğiyle yüzleştirmeye çalışıyordu belli ki. Zeytin ağacının en üstündeki kırılmış parçasına baktım. Kökleri aynı yerde ama ortasından kopmuş iki ayrı parçaya baktım. Arkama dönüp eski ruha bakmak istedim; gitmişti. O an periyi de unutmuştum. Rakı bardağımın da nerede olduğunu anımsayamıyordum. Hatırladığım tek şey sonsuzlukta savrulan ve usumu saran bu büyüyü kıracak hiçbir harici gücün olmayışıydı.
Peri, sadece bir düşte bile olsa, zamanın izlerini dikkatle toplayacak ve bu anın kaydını tutup, tahta masanın içine geri dönecekti. Zeytin ağacının üstünden başka ılık kışlar geçecek, iğnemsi yapraklarını dökmeyecek, hortlak bedeni ve bilge fısıltıları ile benden sonra bu ahşap masada oturacak olan ruha zamanının kaydını tutmasını ve asla unutmamasını söyleyecekti.