15 Ekim ---
Bu sabah Nafplion'a vardık. Üzüm bağlarından kaçarak esen rüzgarların burnuma taşıdığı İyonya denizinin kokusu, portakal ağaçlarının turuncuya boyadığı sokaklar ve gözlerimi alamadığım rengarenk evlerin arasından geçerek otele yerleştik. Bu oteli seçmemin sebebi yeşil ahşap panjurlarıydı. Yeşil ahşap panjurlar sanki benim çocukluğumdu. Rahmetli anneannem eline makas alıp rahmetli dedeme göz dağı vermiş vaktiyle. "Nazım bey! Eğer bu bahçeli evimiz pembe badanalı ve yeşil panjurlu olmazsa, aha bu gördüğün makasla keserim kendimi! " demiş. Rahmetli dedem; Köstence'de doğmuş ve annesinin aşkından İstanbul'da varlığını idame ettirmeye çalışan salon adamı dedem, üzmezdi oysa hiç zevcesini. Anlamamış anneannemin bu deliliğini ama yine de tutamamış gülümsemesini. " Tamam, hanımım. Senin dediğin olsun, bırak elinden şu makası!" demiş ve anneanneme sarılmış. Dedemin dev bedeninde saklanan bir güvercin gibiymiş anneannem. Öyle ufacık, öyle hızla kaçıp gidiveren. Annem beni hep anneanneme benzetir. Gamzeleriniz ve deliliğiniz, der. Oysa başka şeyler daha vardır anneanneme benzeyen. Kiraza olan tutkum, boynuma özel günlerde sadece inci kolye takmam, Fransızca müziklere olan ilgim ve yeni nesillere bir şeyler aktarma merakım da anneannemden geçmiş bana.
İşte şimdi bu küçük Ege kasabasındaki yeşil panjurlu odada, elimde defterim ve dolma kalemimle ne yazacağımı düşünürken aklıma düşen ilk şey anneannem ve onun delilikleri oldu. Bazen nihavent bazen hüzzan makamı gibiydi anneannem. Şefkatiyle sarıp sarmalar, kollarında zehirli yılanları bile uyutabilirdi sanki. Oysa ıstırabı, kalbimi bıçaklar ve asla şifa bulmayacak bir hasta gibi ederdi sanki. "Ben ölünce" diye başlardı bazen cümleleri, gözleri dolardı kendi olası ölümünü düşününce. Yazardı o da benim gibi. Uzun uzun yazardı. Istırabını, anılarını, melankolisini ve belki gizli defterlere de aşklarını...
Anneannemin anılarına dalmış giderken dışarıdan geçen bir baloncunun sesiyle irkildim. Yerimden doğrulup tozlu yeşil panjurları açtım. İçeri tozdan ışık hüzmeleri daldı. Baloncu panjur gürültüsünü duyup yukarı baktı. Gülümsedi. Ben de gülümsedim. Bir tane balonu işaret ettim. Yeşil, sarı ve mavi renkli oval bir balondu. Çantamdan sabun kokulu minik bir kese bulup parasını içine koydum ve aşağıya attım. Baloncu keseyi havada yakaladı. Sabun kokusunu almış olmalı ki kokladı önce keseyi. Yüzü aydınlandı. Balonu almam için aşağı inmem gerektiğini söyledi. "Hayır, gerek yok, balonu yukarı bırak, tutabilirsem benimdir, "dedim. Bu küçük oyun fikri onu tekrar gülümsetti. Yavaşça bıraktı balonu. Çaba göstermedim tutmak için. Sadece elimi uzattım. Önce balon sonra da ipi elimin önünden gökyüzüne doğru süzülerek yükseldi. Baloncu aşağıdan balonu tutmam için ısrar etti. Hatta çabasızlığım belki onu biraz öfkelendirdi. Sonra bu öfkesini unutup benimle birlikte balonun kararmaya başlayan gökyüzünde kaybolmasını izledi. El sallayıp gitti. Giderken sabun kesesini tekrar koklamasını izledim. Bir süre pencerem açık kaldı. Sokaktan çalgıcılar, kediler ve bol parfüm sürmüş kadınlarla kasket takmış adamlar geçti. Hayat da işte böyle geçiyordu. Kokular, balonlar, üzüm bağları, portakallar ve kediler vardı hayatta. Bir de çaba göstermediğimiz için arkasından baktıklarımız vardı.
Ekim akşamının serinleten rüzgarı tüylerimi hafiften ürpertmeye başlamıştı. Belki ilk gençlik kadar kısa belki de bir asır kadar sürmüştü bu akşamüstü. Yeşil panjurları baloncunun ve anneannemin hatıralarının üstüne kapattım. Sokularak yanına yattım. Nefesini, bu küçük Ege kasabasının akşam telaşını ve üst katta gıcırdayan ahşap parkelerin seslerini dinlerken tatlı bir uykuya daldım.