uzun uzadıya düşünmemek için;
küçük matematik işlemleri yapıp zamanı oyalamaya çalıştı.
mutfağa girip havuçları ve mantarları sabırla, yavaş yavaş, sadece kesme anına odaklanarak doğradı.
sadece müzik dinledi.
büyülü ormanda yürüyüşe gitti. Oradaki dev hamağa uzandı. Ağaçtaki yavru kargalarla bakıştı.
karşı evdeki komşuların olası hayatları hakkında olanaksız senaryolar yazdı.
turuncu renk oje sürdü, turuncu renk gözlüklere baktı.
Aynanın karşısına geçti sonra. "Bir anda kes" dedi dövmeli adama. Adam, kalın saçları bir at kuyruğu yapıp en keskin makasıyla kesmeye çalıştı. Tek hamlede olmadı. Birkaç hamle. Kırt kırt kırt. Santimetrelerce saçı avuçlarının arasında kavrayıp aynadan gösterdi. " Yeter mi?" diye sordu. " Yetmez" dedi. Daha da kesti. Sonra biraz daha. Biraz daha. Enseleri jiletli tıraş makinesiyle aldırana kadar "devam" dedi.
Saçlarının ucunu kestirmeye bile korkan kadınlar nefeslerini tutmuş kesilen saçlara bakıyorlardı. Aralarında sessizce konuşmaya başladılar. Kulakları iyi duyardı. "Deli mi ne?" demişti bir tanesi. Göz göze geldiler. Meydan okumayı sevdiği için gözünü ayırmadı kadından, ve kadın utancından yere bakana kadar gözlerini ayırmadı ondan.
Ezelden beri Kızılderili'ydi oysa. Kabilesini bile bulmuştu. Fırtına kartalı kabilesi. Pontuslardan Karadeniz'e uzanan bir soyun bilmem kaçıncı kuşağının uzantısı. Saç kesmek spritüal bağların kesilmesiydi. Saç kesmek ayrılıktı. Köklerden uzaklaşmaktı. Anıların iletildiği son noktaydı saçlar; anıları da kesmekti belki bu eylem.
"Amazon kadınları gibisin" demişti adam elinde kestiği saçları tutarken. Cesaretini kastetmişti ama bilmiyordu ki Amazon kadınları iyi ok atmak için memelerini bile keserdi. Bir Amazon olsa, memelerini de keserdi; biliyordu kendini.
Ayağa kalktı. Eksik olan tek şey kırmızı rujdu. Çapraz aynadan onu gizlice izleyen kadının gözünün içine bakarak dudaklarını kırmızıya boyadı (sadece kırmızı rengi aynaya bakmadan sürebilmek kim bilir ne anlama geliyor?) Dışarı çıkınca belki yüzyıl kadar geçen bir süredir ilk defa çıplak kalan ensesini yalayan rüzgar tüylerini ürpertti. Bir süre durdu. Rüzgar sadık bir aşık gibi ensesindeydi. Sarıyor, sarmalıyor, öpüyor, yalıyor sonra da ürpertiyordu. Ne kadar durdu? Sonsuzluk ve Bir Gün'ün repliklerini hatırlayıp gülümseyecek kadar uzun.
-"Yarın ne kadar uzun?"
- "Sonsuzluk ve bir gün."
-"Gülümsüyorsun, ama üzgün olduğunu biliyorum."
Gülümsüyorsun, ama üzgün olduğunu biliyorum... Bunu söylemek istemişti. Ona söyleyemediklerini kendine söylüyordu. Gülümsüyoruz ama bazen çok üzgünüz. Bazen de değiliz. Neden üzgün olduğunu hiç sormamıştı. Bir kere sormuştu ya da. Geceydi, ay vardı ve sözcükler anlamını yitirmişti yine.
Toprakta yetişen şifalarla aklını yükseltirken çokça insanların neden labirent dövmesi yaptırdığını düşündü. Labirent denince aklına hiçbir umudun gelmediğini fark etti. Oysa labirentler çıkılması güç ve karışık geçenekleri olan bir yapıydı. Neden labirentlerin hiç çıkışı olabileceği aklına gelmemişti? Bu dövmeyi yaptıranlar çıkış umuduna mı yoksa orada sonsuza kadar hapsolmaya mı inanarak bedenlerine zerk etmişti boyalarla o şekli? Labirent dövmesi olan hiçbir tanıdığı yoktu. Bu sorunun cevabı şu an yoktu.
Cevabı olmayan soruları ısrarla sormamayı öğreniyordu. Bu çaresizlik değildi. Bu yorgunluktu.
Gece iyiydi. Dumanlar bile sevmişti saçlarını. Sarıp sarmalıyorlardı. Ensesindeki kısacık saçların arasında kalan minicik kum tanesini fark etti, parmaklarının arasına aldı kum tanesini ve uzun uzun inceledi. Kum tanesi bile tutunmayı biliyordu. Kum tanesi bile isterse istediği yerde kalıyordu.
Bir kum tanesi, hayatın en meşakkatli sorusuna bile cevap olabiliyordu.
Ben de o kum tanesi gibi tutunmuştum...
YanıtlaSil